Tomris Giritlioğlu
“Seyirciye karşı bir sorumluluğumuz var ve bu sorumluluğu elimizden geldiğince eksiksiz yapmalıyız.”
Tomris Giritlioğlu genç yaşta “Kantodan Tangoya” ile başladığı sinema serüvenini yıllardır başarıyla sürdürüyor ama çok kazanalar arasında değil. Senarist, yönetmen, yapımcı, proje tasarımcısı olarak birçok zor yapıta imza atan Giritlioğlu hayallerinin peşinden yürüyor yıllardır.
Yargıç babanın anarşist ruhlu kızı, hukukçu olmayı istemez. Hacettepe Üniversitesi’nde (İngiliz Dili ve Edebiyatı)Dil bilimci olma yolunda ilerlerken yolu Londra’ya uzanır ve sinema okumak ister. Baba sevgisi ağır bastığından tekrar Türkiye’ye döner ve okulunu bitirir. TRT’nin açtığı ve üç bin kişinin katıldığı sınavda kazanalar arasındadır.
TRT’deki yıllarını çok iyi bir okul olarak değerlendiren Giritlioğlu. “Salkım Hanımın Taneleri” ile gündemimize girer ve şöhreti yakalar. Tomris Giritlioğlu, 6-7 Eylül olaylarını konu eden “Güz Sancısı” filmiyle gerici çevrelerin keskin oklarına da hedef olur. Ancak O, Amazonların kraliçesi Penthesilea’ya gibi girdiği gişe savaşlarında, sağlığını hiçe sayarak yürümeye devam eder. Yapılmayanı, yazılmayanı, okunmayanı, bilinmeyeni, tarihin arka sayfalarını aralar ve tüm tozlarından arındırarak inatla, sevgiyle, sabırla, heyecanla seyirciyle buluşturur. “Hatırla Sevgili”, “Gülbeyaz”, “Çemberimde Gül Oya”, “Ihlamurlar Altında”, “Bu Kalp Seni Unutur mu”, “Asi”, “Kasaba”,” Karayılan”, “Aşka Sürgün”, “gibi önemli dizilere ve filmlere daha doğrusu toplumun kanayanlarına dokunan Tomris Giritlioğlu’yla evinde buluştuk, boğaza karşı konuştuk.
Sizin doğum yeriniz neresi bunu netleştirelim öncelikle, karışıklık var bu konuda. Konya doğumlu, Adana doğumlu, Antakya doğumlu yazıyor bazı yerlerde. Okuduğunuz okul Hacettepe Üniversitesi tamam ama doğum yeriniz herkes tarafından farklı biliniyor.
Aslen Antakyalıyım ama doğum yerim Konya Kadınhanı… Babam yargıç olarak tayin edilmiş Kadınhanı’na ve doğum yerim Konya Kadınhanı.
Antakya olarak bilinmesi memleketinizin Antakya olmasından mı kaynaklanıyor?
Ruhen ve aslen Antakyalıyım.
Asi ve Kasaba dizisini de Antakya da çekilmişti…
Evet, Asi ve Kasaba dizisi de Antakya da çekildi. Çocukluğumda babaannemin yanına giderdim Antakya’ya. Onun için Antakya’nın çok önemli bir rolü var benim hayatımda. Büyülü bir şehir… Bir yanıyla ötekinin bir arada yaşamayı becerdiği bir şehir, o anlamda da herhalde çocukluğumun etkileri var bu yaptığım islerde. Antakya da çocukluk geçirmiş olmanın babaannem gibi karizmatik bir kadının varlığı.
Aslında çok bahsedildi babaannenizden etkilendiğiniz. Babaannenizin yanında mı büyüdünüz de ondan çok etkilendiniz?
Yoo hayır ben babaannemle büyümedim annem ve babamın yanında büyüdüm. Ama babaannemden çok etkilendim, babaannem çok özel bir kadın.
Hacettepe üniversitesinde okuduktan sonra TRT ile iş yaşamına başlıyorsunuz. Aslında bu sorudan sonra geçmişi değil, bugünü ve bugünden sonrasını ve yapmak istediklerinizi konuşmak istiyorum. TRT deki yıllarınız bu güne gelmenizdeki önemi nedir? Sizce de TRT bir okul muydu?
Çok çok çok. Kendimi TRT süzgecinden ya da okulundan geçmiş olmakla çok şanslı sayıyorum. Çünkü o zaman piyasada sinemanın bile sahip olmadığı teknik imkânlar TRT de vardı. Önce belgeselle başladım ama benim belgesellerimin içinde genel olarak hep drama vardı zaten. Sonra drama bölümüne geçip ilk sinema filmimi diyeyim,” Kantodan Tangoya” yı yaptım. Ben aslında onu sinema için düşünmemiştim hatta daha çok maddi imkânları çekebilmek adına 3 bölüme ayırmıştım. O zaman her şey 35 mm ile çekiliyordu TRT de. İstanbul Film Festivali’nden bir yazı geldi ve onun optik baskısı istendi, çünkü 45 dakikalık ve 3 bölümdü. Benim sinema serüvenim kendimi hazır hissetmeden böyle başladı. Sonra Kantodan Tangoya Fipresci Ödülü alınca, yani daha doğrusu benim o Kantodan Tangoya bir Cumhuriyet aydının serüvenidir. Kantodan Tangoya’nın adı biraz belgesel çağrıştırıyor ama o bir drama filmi. Aytaç Arman başrolü oynuyordu. Sinemada, film başlayınca ölecek gibi hissettim kendimi ve çıktım hemen. Hala hiç bir filmimi seyirciyle izleyemem.
Bu bir alışkanlık mı oldu, yani hangi duyguyla neden etkileniyorsunuz? Niye böyle bir secimle sınırlıyorsunuz kendinizi?
Çünkü bütün kusurlarınızı da görüyorsunuz perde de. O zor geliyor bana izlemesi. Çünkü ben hayal etmeyi seven birisiyim, hep de rüyalarımı yaptım. Sinemada da, televizyonda da hep yapmak istediğim projelerin peşinde koştum. O yüzden de her şey çok büyüyor sinemada. Birisi çıkacak olsa sinemadan ya da birisi öksürecek olsa çok acı çekerim diye düşündüm. Ben Kantodan Tangoya’yı 10. dakika da terk ettim. Buna dayanamayacağım çünkü çok büyülü bir atmosfer, kapkara… Seyirci sadece sizin hayalleriniz, hikâyeniz ve oyuncularınızla baş başa. Hala dayanamıyorum, o konuda kendimi eğitemedim. Sinemada kendi ekibimle izliyorum ama seyirciyle katiyen ama.
İlginç. Bu duygusal yanınız herhalde. Bir şeyler üreten insanların hepsi bu her üretiminde yeni bir doğum gibi derler. Yeni bir çocuk doğurmak, yani onun anne rahminde yasadığınız o evreler onun hayal ve hayali yani bir ütopyanın gerçeğe dönüşmesi dönemi gibi. Yani onun sonucu da sanki sancılandım ve o sancılarımın sonucunda ben bu yapıtımla yeniden doğdum ve yeniden doğurdum gibi mi oluyor?
Aslında sinemada benim için, senaryo bittiği zaman o doğum olayı gerçekleşmiş oluyor. Çünkü ondan sonrası teknical bir süreç. Çok güzel bir süreç elbette ama ben sinemada en çok senaryo aşamasını ve montajı severim. Çekim sırasında gergin çalışan biriyim.
Gerginlikten ziyada agresif çalışma denilebilir mi?
Agresif çalıştığımı söyleniyor ama ben heyecanla çalışıyorum. Hala dizilerde bile ki, çok severek yaptığım diziler oldu şimdiye kadar, onlarda da çocuk doğuruyorsunuz aslında ama toplu bir doğum. Heyecanım bazen agresiflik olarak algılanıyor. Ama ön hazırlığa önem verdiğim için ön hazırlıkta tespit edilen şeyler sette gerçekleşmezse bunun sorumlusunun canına okurum. Bunu benimle çalışanlar da bilir. Çünkü seyirciye karşı bir sorumluluğumuz var ve bu sorumluluğu elimizden geldiğince eksiksiz yapmalıyız.
Mükemmeliyetçilik, kusursuzluk mu bu?
Tabi ki. Ben ilk terapiste gittiğimde. İçimde iki kadın yaşıyor. Birisi çok sevecen, uyumlu özel hayatında… Diğeri iş hayatındaki canavar. İkisi tek bedende yaşıyor. Ben bunları uzlaştırmak istiyorum. Ama hala uzlaşamadılar.
Uzlaşmasınlar sonuç güzel.
Evet, ama yorucu… Bedelleri ağır. Ben çok çalışmanın ve kendimi işe vermenin bedelini çok ağır ödedim 2 yıl önce.
Üzülerek öğrendik ama şifa niyetlerimizi yolladık sizin için. Yaptığınız bu çalışmalar hakikaten yapılmamış çalışmalardı ya da benzerine çok az rastlandı. Sizin yapımcılığını ya da yönetmenliğini yaptığınız senaryosunu yazdığınız filmlerin ortak bir özelliği var. Yeni yüzlere yer veriyorsunuz yeni yüzler kazandırıyorsunuz değişik insanlarla çalışıyorsunuz. Beren Saat, Tuğba Büyüküstün, Bülent İnal, Nejat İşler gibi sayısız çok önemli isimler kazandırdınız Türk sinemasına, Türk dizi camiasına. Dizi ve filmlerinizde “Hatırla Sevgili” “Gönül Çelen” ya da “Güz Sancısı” gibi sizin yönettiğiniz filmlerin renkleri farklı, kostüm, dekor, tarz değil sadece renkler de sizi yansıtıyor.
Ben dizilerde yönetmenlik yapmıyorum proje tasarımı yapıyorum ama mesela son dizimiz Kayıp Şehir’de yine tüm kostüm ve arka fon renkleri sanat yönetmenimle çalışmanın sonucudur. Benim en büyük özelliğim ekipleri çok iyi kurarım.
Kurduğunuz ekiple de çok uzun zaman birlikte çalışıyorsunuz.
Şimdi Kayıp Şehir’in sanat yönetmeni Çemberimde Gül Oya’nın sanat yönetmeni. Tabii her çalışma hepimizi biraz daha geliştiriyor. Ama benim sinemada bir renk takıntım var. Bunu da TRT de bir sanat yönetmeni vardı Deniz, yani hem benim için bir anne gibiydi. Ben ilk filmimi çektiğimde çok gençtim çünkü. 8-10 yıl önce kaybettim ben Deniz’i. Ondan çok şey örgendim. Roma’da sanat eğitimi almıştı Deniz ve sinemanın coşku renkleri, hüzün renkleri, kostümle fonun nasıl ışığı etkilediğini aslında ben Deniz’den öğrendim.
İkinci bir eğitim gibi yani aslında. Kendi deneyimlerinizin üzerine deneyimden öğrenme gibi.
Biz Deniz’le çalışmamdan sonra bir yıl ben dünyanın bütün ressamlarını incelemeye ayırdım. Yani her gün akşam kitap okur gibi ressamları inceledim. Hala dizilerde de bunu sürdürmeye çalışıyorum elimizden geldiğince. Çünkü çok yetenekli sanat yönetmenleriyle çalışıyorum aynı zamanda. Yani onlar zaten işin realizatörü. Onlarla aranızdaki ilişki çok önemli… Her şeyi ekibinizle yapabilirsiniz, özellikle sinemada. Çünkü sinemada tek başına yönetmenin de hiç bir şey ifade etmediğini düşünüyorum. Önemli olan projenizi o ekibe inandırmak, heyecan duymalarını sağlamak, ondan sonrası daha kolay ve zevkli gidiyor zaten.
Yani güzel bir şey var ki, daha önce sizinle çalışan, başarıya ulaşan gerek oyuncu kadrosu, gerekse yönetmen kadrosu, hani canavar dediğiniz o agresif çalışma yöntemlerine rağmen sizinle çalışmayı seviyorlar.
Severler beni. Bizler birbirinden vazgeçemeyen insanlarız. Ben yaptığım bir haksızlıktan sonra gece çok acı çeken bir insanım ve bunu telafi edebilmek için bin tane numara yaparım. Onlar benim için çok değerlidir. Ben hep yeni oyuncu keşfeden yönetmen gibi biliniyorum. Ama ben daha çok şu yanımı seviyorum, kendim TRT de gençken çok iyi imkânlarla çalışma fırsatını bulduğum için, pek çok genç yönetmenin ilk işi hep benimle olmuştur. Ben proje tasarımı yaparken onlar yönetmenliğe adım atmışlardır. Gençlere sonsuz bir güvenim var ve çok iyi yönetmenler çıktığını düşünüyorum son yıllarda.
Son yıllarda senaryo konusunda Yıldırım Türker’le çalışıyorsunuz, şu anda ki ekibinizin başında da Türker var.
Yo o şöyle. Ben hastalandığım zaman genç yazarla çalışıyordum. Bir de ben proje tasarımı yaparken iki üç diziyi birden yapıyordum. Eski okuma alışkanlığımı yitirmiştim. Hastalığa çok şey borçlu olduğumu düşünüyorum. Ne kadar da olsa yıllar içinde siz kendinizi tekrar etme tehlikesiyle karşı karşıyasınız. Bu kendime ve kabuğuma çekildiğim bir yıl geçirdim. Müzik dinledim, kitap okudum ve bir yığın genç yazar satırlarıyla, hikâyeleriyle karşılaştım. Beni de çok heyecanlandılar. Hepsiyle tek tek tanıştım toplantılar yaptık. Yıldırım Türker’le daha önce diyalog yazarı olarak çalışmıştım. Bu son dizide senaryo danışmanı konumunda… Kayıp Şehir’de senaryo yazımında Murat Kulak, Seray Şahiner’le çalışıyoruz. Hatta bu dizi Murat’ın ilk senaryosu ve çok çok yetenekli bir yazar gerçekten. Diğer yazarlarla da önümüzdeki sezon projelerini hazırlıyoruz.
Şu anda kaç tane hazırlığı süren projeniz var?
Dizi olarak iki tane çok temel giden çalışma var. Birisi “3 İstanbul” ki, onu yapmayı çok istiyorum. Yine “Hatırla Sevgili” gibi memleketin 3 dönemi. Abdülhamit dönemi, İttihat Dönemi ve sonrada kalpaklılar. Çok önemli bir roman… O dönemi biraz aralamak istiyorum, çünkü araştırdıkça ki bu gençliğimden beri böyle, tarihin bize yalan söylediğini görüyoruz. O arayış, o gizler beni heyecanlandırıyor. Yüzleşme ve hesaplaşma da var tabii bunun içinde.
Daha önce yaptığınız film ve dizilerde çok tepki aldınız bu cesaret isteyen bir iş haline dönüştü kanımca.
Tabi tabii tepki, tehdit her şey. Ama bence sanatçının hep bir söz söylemesi gerekiyor. Ben şunu da yaşadım, sinemada sözünüz var ama televizyonda da olabiliyor.
Sanatçı söyleyebilmeli ki, toplum uyanmalı, siz bunu iyi işleyenlerdensiniz.
Çünkü iyi yazarlarla çalışıyorum.
Tevazu gösteriyorsunuz.
Sanatçının büyük ve önemli katkısı olduğunu düşünüyorum.
Proje tasarımı yaptığınızı söylediniz, bir dizinin hangi aşamalarını siz üstleniyorsunuz?
Kayıp Şehir’e kadar tüm projenin içerisinde oluyordum. Kayıp Şehir’de çok daha az yoruyorum kendimi önce fikri buluyorum, sonra yazar grubunu kuruyorum. Zaten fikri bulduğum andan itibaren o heyecan verici süreç başlıyor. İlk 13 bölüm mutlaka yazarlarla çalışmaya katılıyorum. Sonra senaryoyu okudukça kendi fikrimi söylüyorum. Sonra kastı kuruyorum, kast çalışmasını mutlaka ben kuruyorum. Montaj, müzik de proje tasarımına dâhil.
Ekip arasındaki bağlaç diyebilir miyiz sizin için?
Evet, mekânların tasarımında mutlaka sanat yönetmeniyle beraber çalışıyorum, kostümlerde, kostüm tasarımcısıyla, aslında proje tasarımı işi farklı. Sinemada her şey yönetmenindir. Yani çektiğim sinema filmlerinde her şeyi yapan benimdir. Ama orada da çok iyi ekipler kurmaya özen gösteririm ve fikirleri çok kulak veririm. Tabii asıl olan benim kurduğum rüyadır, onun peşinden koşarım. Dizi de ise daha farklı bir yöntem var; dizi tamamen ekip işidir. Dizide kendimi en doğru bulduğum şey; hep ilkleri yapmaya çalıştım, tıpkı sinemada olduğu gibi. İlk yapılanın peşinden koştum. İyi yazarından, iyi bir teknik ekibine kadar, iyi bir ekip oluşturarak yoluma devam ettim. Tabi proje tasarımı yapmanız için, mutlaka yönetmenlik süreci geçirmeniz gerekir. Çünkü bütün bu aşamalar zaten yönetmenin görevi gibi görünüyor. Ama dizide; mesela ben kesinlikle dizi çekemem. Ve iyi dizi çeken yönetmenlere de hayranım bu yüzden; çünkü ben bir hafta da 90 dakikalık bir iş çıkarmayı çok büyük bir yönetmenlik hüneri olarak görüyorum. Kıla takarım, tüye takarım, mükemmeliyetçi olmaya çabaladığım için, hep proje tasarım tarafını, yani kolay tarafını seçtim ben.
Aslında kolay dediğiniz, sizin için kolay. Yeteneklerinize uygun olduğu için kolay. Dizi üzerinden gidersek, yaptığınız işte siz diziyi yaratmıyorsunuz; diziyi yaratacak süreci yaratıyorsunuz, imkânları, kişileri, ekibi toparlıyorsunuz.
Evet, aynen öyle, benim bütün dizilerimde, yani içinde olduğum dizilerde takım oyunculuğu vardır ve başrole dayalı dizi de yaptım; ama genel olarak baktığınız zaman kim başrol diye sorgulayacağınız diziler oldular. Televizyonda özellikle yeni yüze çok inanıyorum. Hep aynı oyuncuları izlerken çok sıkılıyorum, onun için seyirci olarak bakıyorum. Zaten yönetmenin ya da yapımcının temel görevlerinden biri oyuncu keşfi olduğunu düşünüyorum.
Sizin için sanatçı kâşifi diyebiliriz. Ekibinizde senaristleri seçiyorsunuz, yönetmenleri seçiyorsunuz, ekranda yeni oyuncularla çalışıyorsunuz. Ekibinizde sürekli değişim içerisinde.
Bilemiyorum. Aslında şimdi yeni ilgi alanım genç senaristler. Ekibimde gençlerle çalışmayı seviyorum; gençlere önem veriyorum; çünkü gençler bizi tazeliyor. Mesela benim oğlumda proje tasarımı yapıyor; ama benimle çalışmıyor, çalışmak istemiyor. Kendi projelerinin peşinde koşuyor. Aslında bu benim hoşuma gidiyor. Hem yapımcı tarafında çalıştı, hem yönetmen tarafında çalıştı, şimdi proje tasarımına başladı. Ama kendisi çekmek istiyor, genç olduğu için.
Benim merak ettiğim birkaç soru daha var. Bunlardan birincisi; üniversiteye başladınız, bir süre devam ettiniz, sonra bırakmayı düşündünüz, sonra babanızın size söylediği hangi söz ya da hangi davranış etkili oldu ki okulunuzu Türkiye’de bitirmeye karar verdiniz? Çünkü birçok insan çocuğuna bunu söyler ama söz dinletemez, neydi o tılsımlı söz?
Ben üniversiteye Londra da devam etmek istedim, sinema okumak istedim. Yani sıfırdayım. Hacettepe’de 2. Sınıftaydım, babam “ben seniz yaşayamam” diye mektup yazdı. Sadece budur. Fark ettim ki ben de babamsız yaşayamam. “Burayı bitir, sonra oraya git istediğini yap ya da İtalya’ya git istersen” dedi. Bence babam her zaman olduğu gibi beni çok özgür bırakıp, kontrol etmiş aslında. Bunu sonradan anlıyorsunuz. Gerçekten üstümde hiçbir baskısı olmadan tüm arkadaşlarımı tanırdı, özel yemekler yapardı annemle beraber. Yani benim dünyamın içine girmiş ziyadesiyle. Yani o benim 18 yaşında yurt dışında yaşamamı istemedi bence. Daha erken buldu, aynı şeyi bende oğluma yaptım, okul burası dedim. İtalya’da bu öğreneceğin set deneyimlerini bu kadar hızla öğrenemezsin dedim.
Genç yaşta evlendiniz eşinizle, genç yaşınızda hamile kaldınız. 1980 de çocuğunuzu aldınız kucağınıza. Hem 12 Eylül öncesi anarşist duruşunuz var hem de devrimci duyarlılığınız var. Bana o günlerdeki hislerinizi biraz anlatabilecek misiniz?
Ilgaz; 9 Eylül doğumlu, 3 gün sonra 12 Eylül oldu, gece yarısı. Çok iyi hatırlıyorum; Esat caddesinde oturuyorduk, Ilgaz’a süt verirken silah sesleri duyduk. Ilgaz kucağımda pencereye yaklaştım ve iki dev-gençli evimizin önünde vuruldu. Ve Ilgaz’a çok sıkı sarıldığımı hatırlıyorum; ya onlardan biri olsaydı Ilgaz ki ben onlardan biriydim birkaç yıl önce. Anne bencilliği orada başlıyor.
Anne duyarlılığı da diyebiliriz.
Ben ona anne bencilliği diyorum ve çok korktum o duygularımdan. Onun üzerinde hiçbir ipotek kurmadım. Ebeveynin çocuktan çok beklentisi olur, hiç ona belli etmedim, ama şunu da yapmadım. Mesela ilk reklam filmini çekmişti, çok çok beğendim, ona söylemedim. Güzel olmuş dedim sadece. Ama tabii ki oğlum çok büyük aşkım benim.
Ankara’da yaşıyordunuz, TRT de çalışıyordunuz, eşinizde TRT’deydi, Ilgaz büyürken kimlerle büyüdü, yuvaya mı gitti, bakıcı ablaları mı oldu, o süreç geçti?
İkisi birden oldu. “Kantodan Tango’yu çektiğim zaman 25 yaşındaydım, Ilgaz çok küçüktü ve çok özledim onu, asistanım gitti ve trenle aldı getirdi. Kamera asistanlarıyla, şaryonun üzerinde uyuttuğumuzu hatırlıyorum.
Benim çocuklarımda kanalda, gazetede, daktilonun üzerinde oynayarak büyüdüler. Böyle bir camianın içerisinde sizin çocuğunuzun da farklı bir meslekten olması mümkün değildi gibi geliyor bana.
Yani belki olabilirdi. Ankaralı, üniversiteden arkadaşlarım çok kızıyorlar, çünkü onların çocuklarının da hepsi sinemacı oldu. Böyle bir etkileşim oldu. Çünkü Ankara’da yönetmenlik ve sinema çok bilinen, rastlanan bir şey değildi. Şimdi bakıyorum hepsi kendi branşlarında başarılı gençler oldular.
Kendi yaptığınız filmlerin, ya da projelerin arasında ayrım yapabiliyor musunuz? Ben bunu çok iyi yaptım, bunu beğendim, şunu beğenmedim dediğiniz oluyor mu?
Hiçbirini beğenmiyorum. Bir tek “Yaz Yağmuru’nda dedenin ölüm sahnesini beğeniyorum, onu iyi çektiğimi düşünüyorum. Onun dışında hiçbiri. Geceleri hayal kuruyorsunuz siz ve onun perdede yansımasını görüyorsunuz. Ve bazen hayallerinizle, perdedeki yansıma aynı olmuyor. Mesela ben “Güz Sancısı’yla çok acı çektim. Yani ilk Etyen’le çalıştığımız 9 yıllık senaryoyu çekemedim ekonomik nedenlerle ve kendi hayallerime ilk kez ihanet ettim Güz Sancısı’nda. Yurt dışında, filan çok beğenildi; ama ben biliyorum, Güz Sancısı çok daha iyi olabilirdi. Bunu da çok samimi söylüyorum, tevazu falan göstermiyorum. Ben Türkiye’nin dahi yönetmenini henüz çıkarmamış olduğunu düşünüyorum. Yani izlediğim filmlerde beni çok heyecanlandıran, Zeki’nin filmleri var, Nuri Bilge’nin, Reha Erdem’in ama yine de hepimiz, hep bir şeylerin, sinema dâhilerinin gerisindeyiz.
Dünyada bunun için en iyi yönetmen diyebileceğiniz veya verebileceğiniz isim var mı?
Yok, ama benim en çok etkilendiğim yönetmen; Ettore Scola’dır. Scola beni ne açıdan etkiledi, siyasetle, estetiği buluşturan bir yönetmen ve hala üzerimdeki etkisi çok büyük.
Türkiyede de siz bunu yapıyorsunuz.
Evet, ama o çok daha iyi bir yönetmen.
Şartlar diyebiliriz, yani dünya sinemasıyla Türk sinemasının sosyal ve ekonomik koşulları çok farklı.
Yani tabii ki çok büyük imkânlarla çalışıyorlar; yani Avrupa kaynaklı ya da Amerika kaynaklı, biz de çekilen bağımsız filmlerin ekonomik olarak bile çok farkı var. Avrupa’nın ya da Amerika’nın bağımsız filmi, bizim en yüksek bütçeli filmimiz gibi oluyor nerdeyse. “Salkım Hanımın Taneleri’ndeki Kamuran Bey’in karlardaki ölümünü severim mesela orada biraz Yılmaz Güney etkisi var dediler; ama ben onu seyrettikten sonra fark ettim, mutlaka vardır. Bu arada Türk sinemasında en sevdiğim yönetmen hala Yılmaz Güney.
Okumayı çok seven ve çok okuyan bir insan olarak, bu kadar koşuşturmanın arasında kitap okumaya fırsat buluyor musunuz?
Son 3-4 aydır bulamıyorum. En son Bedia Ceylan Güzelce’nin Kirpi’sini okudum. O da önümüzdeki sene çalışacağım yazarlardan. Onun dışında yine yavaşladı okumam, dönmem lazım okumalara; çünkü okumadan kendinizi yenileyemezsiniz, geliştiremezsiniz.
Ilgaz’la ilişkilerinize döneceğim, Ilgaz’ın öğrencilik yılları nasıl geçti?
Odtü Kolejini bitirdi Ilgaz, sonra Bilgi Üniversitesi’nde sinema okudu. Nefret ederek okudu. Çünkü o set kokusunu iyi bildiği için; ‘’Ben niye okuyorum?’’ dedi. Ne kadar gerekli olduğunu anlatmak da, mücadele etmek de gerekti. Yaratıcılığın gerçekten doğuştan geldiğine inanıyorum, ama çalışkanlığınızı da buna ekleyerek. Bir de çalışkan olmayan bir yaratıcılığın, üretkenliğe dönüşmediği zamanda insanı gerileteceğine inanıyorum. Sevdiği hocaları oldu, nefret ettiği hocaları oldu okul süresince. Okula başladığının ilk yılı, hatta hala Tomris Giritlioğlu’nun oğlu olma sıfatından hiç hoşlanmaz. İlk yıl okulda bunu yaşadı, ikinci yıl ilk kısa filmini çekti ve çok beğenildi. Hatta birkaç hocası sen annenden daha iyisin demiş, o andan itibaren benimle mesleki uzlaşması başladı. Beni çok sevdiğini ve gurur duyduğunu biliyorum.
Bunu dile getiriyor mu?
Getiriyor. Her zaman değil; ama genel olarak getiriyor.
Çünkü ünlü annelerin çocuklarında bu ifade edilemeyebiliyor.
Ilgaz’ın babası da çok baskın bir kişilik, çok cesur bir kişilik… Onun için bence onun hayatta rolü çok zordu, bence iyi atlatıyor, öyle umuyorum yani.
Bu kadar zamandır sinemanın içerisindesiniz, sinema filmleri dizler yapıyor yönetiyorsunuz ve projelendiriyorsunuz, risk alıyorsunuz. Dışarıdan bakıldığında bu işlerin hiç de kolay olmadığı hatta çok meşakkatli bir iş olduğu bilinmez, sadece çok para kazanıldığı düşünülür. İşin geçek yanı zorlukları ne yazık ki bilinmez. Bu oyuncular içinde böyledir, yapımcı içinde böyledir. Sizin ekonomik durumunuz nasıldır?
Ben mesela bunu yaşadım. “Kasaba” ve “Bu Kalp Seni Unutur mu” dizilerinde ciddi zarar ettim. Ekonomik olarak güçlü bir şirket değilseniz bu vergi sistemlerini, KDV uygulamalarını iyi bilmiyorsanız çok katlanıyor zararınız. Yapımcılıkta biz kar etmeyi beceremedik. Mesela biz Kadıköy iskelesini bir sahne için plato olarak kurduk. Yapım şirketi yönetmenlerden oluştuğu zaman böyle bir sorun yaşıyorsunuz. Mesela Adam filmi de bu yüzden kar edemiyor çünkü kısıtlamayı beceremiyoruz. Yapımcı kafası başka bir kafa başka bir mantık… Yapımcı kafasında olabilmeyi bundan sonra becerebileceğimi hiç düşünmüyorum. Hala kirada oturduğumu söylemem yeterli olur herhalde.
Bir gazeteci genç röportaja gelmişti, çok tatlı sevimli bir çocuktu; “Şöhret yaptığınız oyuncuların arabaları, evleri filan var, sizin neyiniz var?” dedi. Megan arabam vardı onu da Şükrü Avşar almıştı dedim. Şükrü bey’i de çok severim. İnanmamış çıkarken bekçiye sormuş, burada kiracı olarak mı oturuyor diye. Sonra Şükrü Bey’i aramış. Şükrü Beyde ‘Onunla para bir araya gelemez’ demiş. Haklı çıktı yani.
Sizce bunun nedeni nedir? Bu diziler çalışanlara bu kadar para kazandırırken size kazandırmamış olması!
Yo yanlış anlaşılma olmasın ben para kazandım. Dizilerden batınca oraya aktarmak durumunda kaldım. Ama benim için hiçbir önemi yok. Genel olarak hep istediğim işleri yaptım. Bu son yaptığım Projeyi de “Kayıp Şehir’i de çok büyük keyifle yaptım. Pek çok yeni oyuncu var bu projede. Gençler özellikle hepsi yeni. Nerdeyse Gökçe dışındakileri ve Metin dışındakilerin hepsini sayabiliriz.
Bu diziye kadar usta oyuncu Ahmet Mekin unutulmuştu yeniden ekranda görmek bizi sevindirdi.
Çok tatlı bir insan, O da benim hatırım için kabul etti zaten. Kaçıyordu bütün tekliflerden ben yakaladığımda hiç bırakmam.
Bu rol Ahmet Mekin’de çok şık durdu…
Çok çok… Yüzüyle oynuyor… Benim hatırım için kabul etti teklifi, kaçıyordu bütün tekliflerden. Ben yakaladım mı hiç bırakmam. Yeşilçam terbiyesi almış oyuncularla çalışmayı çok seviyorum. Onlar çok şey öğretiyor bize. Özellikle setteki gençlere… Bir kere çok sabırlılar, saygılılar ve bizden çok da saygı görüyorlar ama o ahlak başka bir sinema ahlakı gerçekten.
Yeni oyuncular kazandırırken dizi ve sinema camiasına bir daha çalışmam artık dediğiniz oyuncular arasında oldu mu? Birçoğu meşhur oldu, şöhreti sindirebildiler mi? Sizin dışınızdaki yapımlardan kapıları açıldı, farklı karakterleri canlandırmaya başladılar. Bu dizide veya şu filmde oynamak istiyorum şeklinde sorular alıyor musunuz?
Tuğba ilk kez benim dışımda bir projede yer alıyor. Bence de farklı bir rol oynamak istiyordu bir de benim elimde Tuğba’ya uygun proje olsaydı hastalık sonrası mutlaka çalışırdım. Bir de ben onların başka insanlarla çalışmasına çok olumlu bakıyorum. Başka yapımcılarla başka projelerde çalışmalarını önemsiyorum. Siz bir insana katkıda bulunuyorsanız o da size katkıda bulunuyor. Sadece şu var ben diğer yapımcılara nazaran çok cesur davrandım. Daha birkaç yıl önce yeni yüz arayışı başladı. Bu da bana sevgili Okan Uysaler’den bir mirastır. Okan Uysaler’i çok tanıyan genç yok maalesef ama benim çok sevdiğim takdir ettiğim bir yönetmendi. TRT’de çok dizi çekti ama her çektiği dizi bir sinema filmiydi. Okan benden 15 yaş büyüktü ki ben 3. Kuşağım. Okan benim küçük bir babam gibiydi. Daha genç bir baba, bir oğul gibiydi benim için ve çok genç kaybettik Okan’ı. O hayatımın en büyük ilk acısıdır. Hala Okan’ı düşünmeden geçirdiğim bir günüm yok. Oğlu bana hala diyor… Okan tam bir oyuncu avcısıydı. Onun da çok ortaya çıkardığı oyuncular var kendi kuşağından. Zuhal Olcay bunların en önemlilerinden birisidir. Haluk Bilginer’i Londra’dan getirtmiştir. Onun yanında tiyatro tekstlerini alırdı Okan okurdu ve tiyatroya provalara giderdi galiba ben bu oyuncu avcılığını Okan’dan öğrendim ve geliştirdim. Öyle zannediyorum. Çünkü, iyi cast yapmak için sezgilerinizin çok iyi olması gerekiyor. Okan sezgileri çok güçlü biriydi. “İşte bu” derdi, ben de kendimi başarılı bulduğum tek nokta budur derim, genel olarak yanılmıyorum.
Yaptığınız projeden sonra birlikte çalışmam dediğiniz biri oldu mu diye sormuştum. Tılsımlı bir eliniz var sanki kimle çalıştıysanız şöhreti yakaladı çünkü.
Ha evet, düşündüm de yok. Belki bu kadınla bir daha çalışmam diyen olmuştur aralarında ama ben hiç hatırlamıyorum bir daha bununla çalışmam dediğimi. Bazı oyuncular çok kırgın bana nedeni iki tane çok önemli projede çalışmışım sonra çalışmamışım. Çünkü sonrasında onlar için işte o diyeceğim bir rol olmamıştır, oturtamamışımdır. Benim için evet bu olmazsa olmaz duygusu çok önemli. Bir de artık çok ışıltılı ve star ışıltısı var demeye başladım ben de sevmesem de bu özcüğü.
Popüler kültürden sizde etkilendiniz mi?
Galiba.
İstanbul’a taşınma kararını nasıl ve ne zaman verdiniz?
Özel kanallara dizi yaparak, film için para biriktirmeye karar verdim. Gişe için garantisi olmayan iş yaptığınız da para bulmanız çok zor oluyor. Onun içinde özel kanallardaki dizi serüvenimde öylece başlamış oldu. Onun içinde İstanbul’a taşınmam gerekti ve taşındım.
Peki, gişe için film yapmaya çalışmak sizi üzüyor mu?
Yani öyle gişe filmi yapmayı becerebilen bir yönetmen olmadım hiç. Ama biraz bunu kırdığım “Salkım Hanımın Taneleri” ve “Güz Sancısı’dır. Güz Sancısı 800 bin yaptı, diğeri de 600 bin yaptı. Yani Şahan Gökbakar’ın Recep İvedik’i girmeseydi belki devam edecekti daha, ama onu da Özen Film yaptığı için biz en iyi sinemalardan çekildik. Yani seyirci hiç umurumda değildi, yani öyle bir sorumluluk duygum yoktu. Yaz Yağmur’unu ilk gittiğim zaman sinemada 3 kişi vardı salonda Ve oradan çıktığımda karar verdim bu iş böyle olmaz dedim ki “Yaz Yağmur’u yurt dışından gelen eleştirmenler gurubu tarafından son 20 yılın en iyi 8 filmi arasında seçildi. Çünk